Yol boyunca fabrika diye gördüğüm binaların bacalarında duman tütmüyordu. Birde Kara denize dökülen küçük simsiyah akan bir dere gördüm.
Kamara 4 kişilikti. Batum’da yanıma bir kişi oturdu. Konuşmuyordu, ilgilenmiyordu sadece gazete okuyordu. Önce yer kavgası yaptık. İkimizde trenin gidiş yönünde oturmak istiyorduk. Benimki ilk numara olduğu için onu kandırdım, yeri ben aldım. Gece üstümdeki Kuşette kimse yatmadı. Karşımdakinde ise, üstte tartıştığım adam, alta ise kamaraya sonradan getirdiği yaşlı bir adam yattı. Sosyalist ülkelerdeki bütün trenlerde, üst raflara veya boş bir kamaraya konulmuş şilteler var. Eğer 2 Lari verirsen temiz çarşaf, yastık kılıfı ve pike benzeri bir şey veriyorlar. Evindeki gibi pijamalarını giyip yatıyorsun. Karşıda yatan ihtiyar donuna kadar soyunup öyle yattı. Elinde çarşafları taşıyan kadın bana da vermek istedi kabul etmedim. Şilteleri görünce midem bulanmıştı. Kuşetin içinde zaten sünger vardı. Üzerine deniz hasır ı serdim. El çantamın üzerine çantamdaki küçük minderi koyup yastık yaptım. Ayaklarımı da sırt çantasının üzerine koydum. Böylece çantaları da emniyete almış oluyordum. Gündüz çok dolaştığımdan ayaklarım ağrıyordu.
İstasyon da iken, taksi sürücüsünden ayrıldıktan sonra, tren beklerken karnım acıkmıştı. Giresun da aldığım ekmek henüz bitmemişti. Biraz kaşar peyniri ekmek ve salam yedim. O sırada da tren geldi. Yemek yemeye kamarada devam ettim. İlk defa bir balık konserve açtım. Balığın üzerinde yarım cm yağ vardı. Önce ekmeyi banıp yağı yemeyi denedim. Baktım yenilecek gibi değil. Balığı çıkardıkça yağ aşağı iniyordu. Biraz ağır geldi. Çantadan tası çıkarıp domates salatalık doğramak istedim. Çantaya dokunduğum yer yağlanıyordu. Elimi silecek bir şey de yoktu. Ellerimi birbirine sürtüp yağı krem gibi ellerime yedirmeye çalıştım. Daha sonra tası çıkarıp salatamı hazırladım. Tren hareket etmeden, yemeyi bitirip bir az koka kola içtikten sora dışarı götürüp konserve kutusunu çöpe attım.11/7/1997 Tiflis İstasyonunda inince etrafta konuşanların hepsi kaybolmuştu. Çantaları sırtlanıp yol kenarına yürüdüm. Birkaç kişiye İngilizce, Türkçe şehre nasıl gidebileceğimi sordum. Kimse bir şey anlamadı. Oradaki bir otobüse çıktım başka yere gittiğini söyledi. Etraftaki insanlar ilgileniyor anlaşamadığımızdan yardımcı olamıyorlardı. (Oysaki sonradan öğrendiğime göre tren istasyonundan şehrin bütün semtlerine metro gidiyormuş.) Tiflis, Tiflis diyorum, oradaki bir kadın yaratıcılığını kullanıp Tiflis’e otele gidiyor dedi. Diğer bir adam da arkamdaki minibüsü işaret edip bununla gidebilirsin dedi.
Şehrin içinden nehri karşıya geçtik. Şehir merkezinden geçip şehir dışına çıkana kadar kimseye bir şey söylemedim. Önce şehri görmek istiyordum. Dönüşte istediğim yerde inerim diye düşünüyordum. Minibüs şehrin dışına çıkınca otel sordum. Bir şey anlatamadım. Sürücü ancak Türk olduğumu anlayabildi. Şehrin dışında kazalara araba kaldıran bir durağa yanaşıp, Türkçe bilen simsarı çağırdı. Otel aradığımı bu minibüsün tekrar şehre dönüp dönmeyeceğini sordum. Otelin adını söyledi oraya minibüs gitmediğini bir taksiyle 2 Lari’ye gönderebileceğini söyledi. Arabanın başka yere gittiğini eşyalarımı indirmem gerektiğini iletti. Adamın davranışları hiç güven vermiyordu. Eşyaları indirmiştim. Minibüste gitmişti. Taksi sürücüsünü çağırdı. Adam başladı anlatmaya taksi her km için bir Lari alıyormuş, otel 7 km imiş, 7 Lari vermeliymişim.
Bede sesimi yükselterek üzerine basa, basa taksiyle gitmek istemeğimi söyledim. Minibüsün buraya döndüğü ana yol uzak değildi. Çantaları sırtlandığım gibi yola doğru yürümeye başladım. Taksi arkamdan geldi 4 Lari istedi. Yüzüne kötü, kötü bakıp yürümeye devam ettim. Ana yol girişinde yavaşlayan bir özel arabayı durdurdum. Şehre götürüp götürmeyeceğini sordum. Yan kapıyı açtı. İyice şehre girinceye kadar adama bir şey söylemedim. Otobüs durağında Türkçe bilen adamın yazdırdığı otelin adını söyledim. Başkada otel adı bilmiyordum. Adam bozuldu oraya ancak taksi gidebilir dedi. Beni bir taksi durağında bıraktı (Daha sonraki gün tepedeki hisarda bulunan dev Tamara heykelini çekmek için gittiğim de orada tanıştığım Amerikalı yukarıda sözü geçen otelde kalıyormuş, gecesi 200 dolarmış.) Taksiye binmeyip, hemen oradaki çay bahçesinde oturdum. Sahibesi yaşlı Ermeni kadınından çay istedim. Türkçe biliyordu. Onun da dedeleri Türkiye’den gelmiş. Ona minibüsle gidebileceğim otel ismi sordum. Acara otel dedi. Bu ismi Sarp sınır kapısında tanıştığım Sirilanka’lı çocukta söylemişti. Not almadığımdan bir türlü hatırlayamamıştım. Çay yokmuş kahve getirdi. Batum’da dostluğunu gördüğüm Ermeni Ayakkabıcısına karşılık bu kadı kahveye 1,7 Lari alarak beni kazıkladı. Kahve fiyatının 50 Tetri olduğunu biliyordum. Bir süre orada oturup dinlenmek için sesimi çıkarmadım, parayı verdim. Arada bir şaşkınlık tavrı takınarak Erzurum, Van bizimmiş, sonra nasıl olmuşsa sizin olmuş diyordu. Bir türlü oradan belediye otobüsü geçmiyordu. Çantaları alıp yolun kenarına çıktım. Yolcu alan bir minibüs sürücüsüne Otel Acara'yı sordum. Biraz düşündükten sonra hatırladı. Neşeli bir şekilde “Otel Acara ha…” dedi. Bu kelimeyi birkaç sefer tekrarladı. Arabaya bindim bir yerlerden geçirip bir minibüs durağına getirdi. Birkaç minibüs kuyrukta bekliyordu. En arkaya yanaştı. Çıkıp etrafa bakındı. Sonra geri döndü. Eşyalara yardım etti öndeki Minibüse taşıdık. Benden parada almadı. Minibüs sürücüsüne durumu anlatmıştı ki, Otel Acara dedim. Biliyorum dedi. Sürücü benden 50 Tetri aldı. Otel önünde indirip, parmağıyla gösterdi. Çantaları sırtlanıp zemin kattaki resepsiyon na yürüdüm. Resepsiyonda iki yaşlı kadın oturuyordu. Normalde o işi bir kişi yapabilirdi. Tiflis’te nereye gitseniz tren istasyonu, metro çalışan bir yaşlı kadın görebilirsiniz. Bilhassa devlet kuruluşları bunlarla dolu. Bir kısmı da büfelerde çalışıyor. Hizmet sektöründe hep kadınları görüyorsunuz. Garsonlar, temizlikçiler, kat görevlileri, resepsiyon çalışanları, bilet kesenler hep kadın. Çalışan erkeklerle sizin gidebileceğiniz yerlerde çok az karşılaşıyorsunuz.
Kadınlardan biri İngilizce biliyordu. Otel 20 katlı lüks bir otele beziyordu. Batum’da gördüğüm, mülteci Abazaların bedava kaldığı harabeye dönmüş, otelin bir eşi. Kadın ne kadar kalacağımı sordu. Fiyatın uygunluğuna bağlı dedim. 40 Lari olduğunu söyledi. Batum’da 50 Lari ye kalmıştım. Bana ucuz geldi odayı görmek istedim. Temiz bir odanın, 24 saat sıcak suyun bulunduğunu söyledi. Batum’da ki otelde, sabah 8-12 Akşam 20-24 arası sıcak su akıyordu. Bana cazip geldi. Başka bir yere gitme şansım da yoktu. Hayli yorgundum. Güzel bir banyoya ihtiyacım vardı. Odayı tutup eşyaları yukarı çıkardım. Gürcistan’da otel ücretini çıkarken değil otele yerleşirken alıyorlar. Bir an önce paramı bozdurup ücreti ödememi istediler. Oda fazla temiz değildi yerdeki halılar bayağı eskimişti. Mobilyalar ve yatak örtüleri yeni görünüyordu. Yeşil kaplama ahşap iskeletli iki koltuk, iki karyola, bir tuvalet masası, bir sandalye ve sehpadan ibaret olan mobilyalar kullanışlı izlenimi veriyordu
Buda kapitalist sisteme geçmenin bir cazibesi olmalı. Aynı şeyi Sovyetlerden ayrılan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun hepsinde gördüm. Sosyalist dönemde ısıtma işlemleri doğal gazla yapılıyor üstelik ücretsiz, devlet karşılıyormuş. Bir seferinde merkezi sistemden de sıcak su geldiğini gördüm. Demek ki Gürcistan’da azda olsa bu hizmet devam ettiriliyor. Bir başka sefer, lavaboya bağlı sıcak su musluğunu su kesik olduğundan açık unutmuşum, odaya geri döndüğümde soğuk su musluğunda suyun halen kesik olduğu halde, sıcak su musluğundan tazyikli suyun aktığını gördüm. Hayli zaman akmış ki sıçrayan damlalar banyonun tabanını ıslatmıştı.
Çantalarımı açtım. Havlularımı sabun ve şampuanımı çıkardım. Banyodaki havlular, Batum’da ki gibi ince ve eski idiler. Onları kaldırıp yerine benimkileri astım. Lavaboda bu sefer el yıkamak için bir sabun vardı. Banyo sabunu yoktu. Duş alıp, temiz elbiselerimi de giydikten sonra, fotoğraf makinasını da alarak şehri dolaşmak için aşağı indim. Resepsiyondaki İngilizce bilen kadınına şehri dolaşmak istediğimi, ne yapmam gerektiğini sordum. O da 4 ve 2 numaralı treylebusların şehir merkezine gittiğini, onlara binmem gerektiğini söyledi. Otelden çıktım yolu karşıya geçerken mobil telefonum çaldı. Arayan oğlum Atilla idi. Tiflis’te olduğumu yolu karşıdan karşıya geçtiğimi, buranın İstanbul gibi büyük şehir olduğunu söyledim. Batum’da filmleri banyo yapmak için 2,5 Lari istemişlerdi. Filmleri banyo yapmadan göndereyim mi diye sordum. O da gönder dedi. Çünkü İstanbul’da 60000 TL ye banyo yapıyorlardı.
Önce 40 Lari olan otel ücretini ödemek için para bozdurmam gerekiyordu. Karşıya geçince para bozan yerin tabelasını gördüm. Bir lokanta girişinde küçük bir kulübe yapmışlardı fakat içerisinde insan yoktu. Orada beklerken yabancı tipli bir kadının kur değerlerini gösteren tabelaya baktığını gördüm. Sonra kadın oradan ayrılıp sebze tezgâhına yaklaştı. Yanına gidip İngilizce bilip bilmediğini sordum. Evet dedi. Paranın nerede değiştirilebileceğini sordum. Aynı yeri gösterdi. Orada insan olmadığını, başka bir yer bilip bilmediğini sordum. Bilmediğini, Rus olduğunu, Moskova’dan yeni geldiğini söyledi. Oralarda dolaşıp etrafı inceliyordum. Bir daha aynı yerin önünden geçerken içeride bir adam vardı. 45 Dolar bozdurdum. Otel parasını da ödemeliydim. Geriye otele döndüm. 45 Lari ödedim faturayı aldım. Geri döndüm para değiştirdiğim yerdeki lokantaya girdim. Vitrinde gördüğüm pide şeklindeki yiyeceği sordum. 4 Lari olduğunu söylediler. Bana İngilizce yazılmış yemek listesi verdiler pizza şeklindeki yiyeceğin önünde 1,5 Lari yazıyordu. Onu istedim. Yaklaşık 10 dakika sonra geldi.. Görünüşü hiçte pizzaya benzemiyordu. Yufkaya bazı sebzeler belki peynir de sarılmış yuvarlak hale getirilmiş, ortadan iki parçaya bölünmüştü. Tabakta ikide peçete vardı. Peçeteyle tutup ısırarak yemeye başladım. Midem bu tür yiyeceğe alışık olmadığından, bulanmaya başladı. Oradan çıkıp otobüs aşağıya doğru otobüs durağına yürüdüm. 4 numaralı treylebus gelince bindim. İlk bindiğim minibüsle şehri baştan, başa geçtiğimden şehir merkezini tanımıştım. Merkezde hükümet binasının önüne gelince indim. Banyo yapılacak filmleri de yanıma almıştım. Büyük bir binanın zemin katında fotoğrafçı tabelasını gördüm. İçeride modern makineler vardı. Çalışanlar İngilizce biliyorlardı 20 dakika da hazır olacak filmlerin ücreti1,5 Lari idi. Filmleri bırakıp, çevredeki bazı bina ve heykellerin resmini çektim. Biraz ileride sol tarafta parkın kenarında iyi durumda orta çağdan kalma küçük bir kilise vardı. Onun diş mekanın resmini çektikten sonra kapıdan içeri girdim. İçeride ayın vardı. Kiliseye her giren giriş kapısında üç defa haç çıkarıyordu. Kadınların hiç biri kapalı değildi. İnce kumaştan yapılmış gövdelerini iyice saran uzun askılı giysilerinin içinde seksi bile gözüküyorlardı. Ben haç maç çıkarmadım birkaç kişi dönüp bana baktı. Makineyi ayarlayıp iç mekânın resmini çektim. Oradan ayrıldım 20 dakika dolmuştu. Fotoğrafçı ya döndüm banyo yapılmış filmi birkaç parçaya bölüp ayrı, ayrı gözleri olan plastik kaba yerleştirdikten sonra üzerinde Kodak yazan zarfa koyup bana teslim ettiler. Yediğim Gürcü pizzasından dolayı midem iyice bulanmıştı. Oradaki satıcıdan Gürcü sodası alıp içtim.
Konsolosluğu biliyorlardı fakat adresini bilmiyorlardı. Yarın buraya gelirsem, taksiyle gidebileceğimizi söylediler. Caminin telefon numarasını aldım. Cep telefonumla aradım, başka bir yerin telefonu çalıyordu.
Tepeye çıkmak için biraz ileri yürüdüm. Hisar girişinde bir adam bekliyordu. Giriş için 30 Tetri istedi. Vermemek için mücadele ettim. 25 Tetri verip içeri girdi. Bilet diye bir şey yok adam ayaküstü para alıyordu. Issız patika yoldan tepeye doğru tırmanmaya başladım. Oldukça tedirgindim. Buralar tekin yerler değildi. Ara sıra tek, tek insanlar rastlıyordu. Soyulmaktan korkuyordum. Nihayet tepeye vardım. Güneş Tamara heykeline yandan vuruyordu.
Ben de uzak yakın olmak üzere iki resim çektim. Bu arada benim resim çektiğimi gören bir kişi resim çekmekten vazgeçti. Yanına gittim. Amerikalıymış. Kaldığı otel 200 Dolar imiş. Otobüs durağındaki taksici beni oraya götürmek istiyordu. Güneş buluda girmişti. Orada oturup şehrin resmini çekmek için güneşin çıkmasını bekledim. Bu sırada ABD’li ileriye yürüdü, geriye döndü. Bana ileride çok güzel hisarın olduğunu söyledi. Hisarın birkaç resmini çektim. Hisarın içinde güzel küçük bir kilise vardı. İçeriye girdim. Burada da ayın vardı. Duvarlar çok sade idi. Resim yada başka süslemeden iz yoktu. Kiliseden çıkıp aşağıya doğru yürüdüm. Yol kenarında daha önce gördüğüm küçük bir kilisenin resmini çekip asfalta kadar indim. Asfaltın üst tarafında birkaç masadan ibaret bir çay bahçesi vardı. Çok yorulmuştum bir sandalyeye oturup ayakkabılarımı çıkarıp, masanın altından görünmeyecek şekilde karşıdaki sandalyeye koydum. Genç bir bayan gelip, Gürcüce ne istediğimi sordu. Bira söyledim. Anlamadı. Türkçe bilip bilmediğini sordum. 15_16 yaşlarında bir Azeri kızı yanıma gönderdi. Kız Gürcü birasını getirdi 1 Lari. Başka yiyecek bir şey olup olmadığını sordum. 15 cm çapında yufka gibi bir şey getirdi. Kaçapuri olduğunu söyledi. İçinde peynir var dedi. Biraya katık ettim. Peynir tadı vardı. Fakat peynirden eser yoktu. Başka yerde yediğim Kaçapuri; bizim peynir içli keteye benziyordu. Biraz sonra masaya, yan masadan Azeri bir adam geldi. Bu mahallede Azerilerin oturduğunu söyledi. Ona da konsolosluğun adresini sordum. Bilmiyordu. Gitti polislere sordu. Onlarda bilmiyordu. Başkalarına sordu bilen yoktu. En son oradan geçen birine sordu. O da bilmiyordu. Ben her ikisine ne biçim Azeri oluyorsunuz kendi konsolosluğunuzu bilmiyorsunuz dedim. Geçen adam yanındakine takıldı o ermenidir bilemez dedi. Biraz sonra bir taksi geldi. Yanımdaki adam bilen adam geldi dedi. O tarafa gitti bir daha dönmedi. Başka bir Azeri adam masaya oturdu. Seyahat ile ilgili bazı sorular sordu. “Sen ne menem zengin adamsın ki böyle gezersin” dedi. Diğer adam adamda gelmeyince, biramda bitmişti. Oradan kalkıp derenin karşısında kayaların üzerindeki kiliseye doğru yürüdüm.
Bahçesinde insanlar toplanmış dereyi ve gün batışını seyrediyordu. Kiliseden dereye dik inen yaklaşık 300 m derinlikteki kayanın tam orta yerine denk gelecek şekilde insan eliyle yapılmışı andıran mağara vardı. Belki kiliseden suya inen gizli bir tünelin ağzıydı. Kilisenin kapıları kapalıydı. Duvarlarında ki taşların aşınmış olması çok eski olduğunu gösteriyordu. Kilisenin remini çektim geriye dönüp geldiğim köprüyü geçtim. Asfalta doğru yürüdüm. Yol kenarında birkaç domates salatalık ve erik satan Azeri kadından iki domates iki salatalık, bir kilo karışık erik aldım. Yakındaki polislere otele giden arabayı soruyordum ki satıcı kadın gelip arabayı gösterdi. Polis başka bir minibüs durdurarak beni otele gönderdi. Havada kararmaya başlamış gün bitiyordu.
Otelde banyo yaptım konserve açarak yemek yedim. Not defterimi alarak otelin zemin katında yol tarafından ayrı bir girişi olan kahve-bar’a girip, not tutmak için bir masaya oturdum. Tezgâhtakiler ve garsonların hepsi genç kızlardı. Erkekler değişik masalarda oturmuş bir şeyler yiyor, şarap içiyorlardı, arada bir servis için gelen garson kızların sırtlarını sıvazlayıp, Gürcüce bir şeyler söylüyorlardı. Garson kızların biri Azeri idi. Garsonlar büyük kaplarla değişik renklerde dondurma servisi yapıyorlardı. Azeri kızla Türkçe konuşup dondurma istedim. Masanın üzeride resimli listesi olan dondurmalardan hangisini istediğimi sordu. Kâse ile getirdikleri dondurmaların çok olduğunu, ben külahta daha az olanı istedim. Benden 60 Tetri istedi. Oysaki Aynı dondurmayı sokak tarafındaki satıcıdan alınca 40 Tetri idi. 60 Tetri verdim. Biraz sonra cam bir tabak, bir kaşık ve külahta dondurmayı getirdi. Külah seviyesine ininceye kadar kaşıkla yemeyi uygun gördüm. Doğrusu bu yabancı ülkede ve bu yabancı insanlar arasında dondurmayı yalamaya utandım. Aynı zamanda bıyık ve sakalıma bulaşma ihtimali vardı. Ortalıkta peçete yoktu.